Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın bu güzel şehrin
yağmalanmasını istemediğinden dolayı 60 gün boyunca büyük yürüyüşü bir türlü
gerçekleştirmemesi ve alman ordusunun yardıma gelmesi ile Osmanlının Viyana ve
dolayısıyla Avrupa üzerinde son bulan hayalleri bizim için 27 Temmuz günü
yeni başlıyordu.
Viyana havaalanına indiğimizde planımız metro ile otelimizin
yakınına kadar gitmekti, ancak metroyu araştırırken havaalanındaki insanların
çoğunun orada yaşayan Türkler olduğunu ve yolcu taşımacılığı ile uğraştıklarını
görünce onlarla gitmeye karar verdik. Biraz da pazarlıkla otelimize kadar 25€’ya
anlaştık.
Otelimiz Hilton Vienna Danube Tuna nehrinin kıyısında güzel
bir oteldi, odaya çıktığımızda yataktan banyoya kadar herşeyin gerçekten harika
olduğunu gördük. Şimdiye kadar bu kadar rahat yatakta yatmadığımı söyleyebilirim. Bizi odamıza çıkartan görevli de tüm zamanların en sıcak günlerini
yaşayan Viyana’da büyük bir masraftan
kurtaracak bir ipucu verdi: Viyana’da çeşmelerden rahatlıkla su
içebileceğimizi, suyun dağdan geldiğini
ve çok güzel olduğunu söyledi. Gerçekten de denediğimizde suyun söylediği kadar
iyi olduğunu gördük. ( Ortalama 1 şişe suyun min 1,5-2€ olduğunu ve sabahtan akşama
kadar 3 kişi yaklaşık 10 lt su içtiğimiz düşünülürse yaklaşık günlük 30-40€ su
masrafından kurtulmuş olduk )
Eşyalarımızı odamıza bıraktıktan sonra kendimizi dışarı attık.
Tabii ilk dakikaların heyecanı her zaman farklı oluyor, yeni yerler, yeni bir
kültür ve yeni insanlar. Öncelikle ulaşımımızı metro ile yapacağımız için 48
saatlik bilet aldık kendimize ( 2 kişi toplam 24€ ödedik ) Ancak metroya
bindiğimiz 3 günlük sürede hiçbir kontrolle karşılaşmadık.
İlk akşam için planladığımız şekilde Viyana’nın merkezine gittik. Stadion
durağından metroya bindikten sonra U2 hattının son durağı olan Karlsplatz’da
indik. Metrodan çıktığımızda bizi Karntner Strasse’deki Viyana Opera binası karşılıyordu. Burası aynen
istiklal caddesinde olduğu gibi
kalabalık ve turistik bir caddenin başlangıcında yer alıyordu. Biz de kalabalığa
karıştık ve cadde üzerinde ilerlemeye başladık. Viyana gibi tarihi şehirlerde
kafanızı bir an bile aşağı indiremiyorsunuz, çünkü her taraf tarih sanki, bir
an başınızı aşağıya eğdiğinizde birşeyler kaçırma ihtimali çok fazla. Sokak
aralarında bile her an karşınıza bir tarih çıkıyor, özellikle havuzlu çeşmeler
birer sanat harikası, elbetteki her birinin bir hikayesi var, ancak şu an için
bunları bilmenin bir imkanı yok.
Katedralin etrafında ise Mozart kıyafetleri ile konserlere bilet
satan kişiler de dolanıyorlardı, ancak 3 yaşındaki oğlumuzla birlikte bu
konserlere gitmemiz imkansız olduğundan dolayı hiç ilgilenmedik.
Avusturyalıların en iyi yaptığı 2 şeyden bahsederlermiş, 1.si Avusturyalı olan
Hitler’i Almanlara satmak, 2.si de Alman olan Mozart’ı sahiplenmek. Çevrede
Mozart ve onunla ilgili hediyelik eşya ve çikolata satan çok fazla mağaza da
vardı. Stephansplatz yakınlarında ise Mozarthaus ya da diğer adıyla Figarohaus
ziyaret edilebilir. Mozart’ın 1784-1787 yıllarında yaşadığı ve Figaro’nun
düğününü bestelediği ev müzeye dönüştürülmüş, müzikseverler için ziyaret etmek
için iyi bir seçenek.
Stephansplatz çevresinde Louis Vuitton, Prada ve Armani gibi ünlü
markaların mağazalarını da görmek mümkün.
Artık yavaş yavaş hava kararmaya ve acıkmaya başlamıştık. İlk
akşam için planımız neredeyse Viyana’nın milli yemeği haline gelen schnitzel
yemekti. Tabii ki Figlmüller’de. Navigasyon’dan bir Figlmüller restoranı
ararken pasaj içerisinde şirin mi şirin bir tanesi denk geldi, ancak yer bulmak
imkansız görünüyordu, garson rezervasyonumuz olup olmadığını sordu, olmadığını
öğrenince bizi yakında olan Backerstrasse’deki diğer şubesine yönlendirdi,
orada da sıra vardı ancak yaklaşık 15 dakika bekledikten sonra bizi de masaya
oturttular. Sıra beklerken etrafa bakındığımda gördüğüm ilk şey Figlmüller’deki
garsonların yüzlerindeki yorgunluk, müşteriler bitmeyen bir kabus gibiydi
galiba onlar için, hepsinin koşturmacadan adım atacak halleri kalmamış
gibiydi. Eşim ve Doruk için bir schnitzel, kendim için de viyana usulü soslu biftek,
patates salatası, mevsim salata, içecek olarak da bira ve kendi üzüm
bağlarındaki üzümlerden yaptıkları üzüm suyu istedik. Schnitzel olarak
bildiğimiz klasik yemek geldi, tadına baktıktan sonra neden bu kadar tutulduklarını
anlamadım. Neyse ki benim bifteğim de harika görünüyordu.
2.gün sabah uyandıktan sonra kahvaltımızı otelin açık büfesinde
yaptık. Kahvaltıdan sonra otelimizin önündeki Tuna nehrinin kıyısındaki
yürüyüş yollarında gezip Doruk’la beraber Kuğu ve ördekleri besledik.
Bugünkü planımız Schönbrunn
sarayını ve hemen yanıbaşındaki Viyana Hayvanat bahçesini gezmekti. Aslında
burası içerisinde sarayın, parkın ve hayvanat bahçesinin de bulunduğu büyük bir
kompleks.
Doruk’a hayvanat bahçesine gideceğimizi Türkiye’deyken
söylemiştik ve günlerdir heyecanlıydı. Avrupa’nın en eski ve en büyük
hayvanat bahçesine gitmek için otelimizin yakınındaki istasyondan metroya
binip Karlsplatz’da aktarma yapıp sonra U4 hattıyla Hietzing istasyonunda indik. Biraz yürüdükten sonra içinde hayvanat bahçesi ve parkların da bulunduğu saraya
geliyorsunuz. Burası şehrin yaklaşık 10 km dışında ve gerçekten çok büyük bir
alana kurulmuş bir kompleks.
Eğer yanınızda çocuğunuz ve de vaktiniz varsa gerçekten gezmeye değer.
Çok büyük olduğu için neredeyse gününüzün yarısından fazlası burada geçiyor.
Öğlene kadar dolaşıp bayağı bir yorulduktan sonra yemeğimizi de hayvanat
bahçesinin içerisinde bulunan bir cafe’de yedik.
Daha sonra hayvanat bahçesinden çıkıp Schönbrunn sarayına doğru
yürümeye başladık. Burası Habsburg
hanedanlığı zamanında yazlık olarak kullanılan ve günümüzde müze haline
getirilen bir saray. Sarayın etrafı peysaj olarak çok güzel dizayn edilmiş, Unesco
tarafından da dünya mirası listesine alınarak koruma altına alınmış ancak
sarayın bahçesi haricinde içerisine girmek ve odalarını dolaşmak ücretli.
Saraya arkamızı verip bahçeye doğru baktığımızda ileride Neptün
Çeşmesini ve tepenin üzerinde Gloriette’yi
görüyorsunuz. Doruk pusetinde uyumuş ve
biz de o kadar yorulmuştuk ki 40 derecelik öğle sıcağında oralara kadar yürümeyi
gözümüz kesmediğinden sadece uzaktan bakmakla yetindik. Vaktiniz varsa sarayın
içerisini de gezmenizi tavsiye ediyorum.
Müzeden yorgun argın çıktıktan sonra kendimizi çimlerin üzerine
bıraktık. Bir süre dinlendikten sonra Hofburg sarayına yöneldik. Çevresindeki
parkları ve mimarisi ile mükemmel bir yapı bizleri bekliyordu. Zaten daha önce
söylediğim gibi nereye dönerseniz dönün tarih var. Kendi kendime bu kadar
tarihin olduğu bir şehirde yaşamak nasıl birşeydir acaba diye düşünmedim değil.
Muhtemelen sanatçılar burada iyi işler çıkarırlar. Özellikle ressamlar,
fotoğraf sanatçıları ve heykeltraşlar. Yapmanız gereken gördüğünüz şeylerin
fotoğraflarını çekmek, resimlerini veya heykellerini yapmak, yaratıcılığa da
gerek yok yani.
Maria Theresa meydanından yolun karşısına geçtiğinizde Hofburg
sarayının ön bahçesi olan HeldenPlazt meydanına ulaşıyorsunuz. Kemer Burgtor
kapısından geçtikten sonra sol tarafta Neue Burg ve Erzherzog Karl’ın sağ tarafta ise prens Eugine’in atlı adam
heykelleri sizi karşılıyor. Tam karşısı Hofburg sarayı.
Hofburg sarayı şehrin neredeyse göbeğinde yer alıyor. Çevresinde pek çok müze, tarihi bina ve park var. Saray 13. yüzyıldan 1918 yılına kadar imparatorluk ailesinin ikametgahı olarak kullanılmış. Tekrar bir kapıdan geçtikten sonra sarayın iç avlusuna ulaşıyorsunuz. Sol tarafta Kaiser Franz I. Denkmar’ın ( o da kim ki? )heykelini görüyorsunuz.
Hofburg sarayının yanıbaşında ise İspanyol binicilik okulu
var, özellikle turistler ilgi gösteriyor ancak bizim pek ilgimizi çekmediği
için gezmedik. Hofburg sarayının diğer tarafından çıktığınızda MichaelerPlatz’a
çıkıyorsunuz ki burada da roma döneminden kalma kalıntılar olduğu için meydanın
ortası garip bir şekilde çevrilmiş. Buradan sonra innere stadt’a geçiyorsunuz. Hofburg Sarayının innere Stadt tarafından
girişi de muhteşem gözüküyordu.
visited 25 states (11.1%)