Sabah 7’deki otobüsle Budapeşte’ye gitmek için Prag’daki UAN
Florenc otobüs istasyonuna gittik. Otobüsle Prag – Budapeşte arası yaklaşık 7,5
saat sürecekti. Güzergahımız
Prag-Brno-Bratislava ve Budapeşte’ydi.
Viyana’dan Prag’a giderken bayağı rahat gitmiştik, bu
yolculuğun da iyi bir şekilde geçeceğini tahmin ediyordum. Eurolines daha önce
olduğu gibi yine dakik bir şekilde hareket etti. Otobüsün içerisinde Çek
Cumhuriyetinden ayrılıncaya kadar bedava Wi-Fi olduğu için internete de rahatlıkla
girebiliyorduk, yani sıkılmadan yolculuk etme imkanına da sahiptik.
Budapeşte’deki Nepliget otobüs istasyonuna indiğimizde saat
14:30 civarıydı. Otobüs istasyonunun altındaki metro ile direkt şehir merkezine
doğru yola çıktık. Metro biraz eski olsa da rahattı.
Budapeşte’deki otelimiz Mercure Budapest City Center’dı.
Aslında rezervasyon yaparken konum olarak şehir merkezi diye seçmiştik ama bu
kadar merkezi olduğunu bilmiyorduk. İstanbul’un istiklal caddesi üzerinde bir
otel düşünün, öyle bir konumda , trafiğe kapalı olan Vaci Utza caddesi üzerinde
yer alıyor.
Eşyalarımızı otele yerleştirdikten sonra ilk işimiz
kendimize yemek yiyecek bir yerler bulmaktı, resepsiyondaki görevli otelin
hemen yanıbaşındaki La Cucina adlı
italyan restoranını tavsiye etti. Tarz olarak son derece şık ve
yemekleri de lezzetli olan bir restorandı.
Yemeğimizi yedikten sonra kendimizi caddeye attık, zaten
şehrin göbeğinde olan cadde boyunca yürüyüp çevreyi gezdik. Daha sonra şehrin
içerisinden geçen ve şehri Buda ve Peste olarak ikiye ayıran Tuna nehri
kıyısına gittik.
Burada şehrin en ünlü ve güzel köprüsü olan Zincirli Köprü
(Széchenyi Lánchíd) bizi karşılıyordu. 1849 yılında inşa edildikten sonra
ülkedeki diğer köprüler gibi 2. Dünya savaşında yıkılmış ve 1949 yılında tekrar
inşa edilmiş. Köprünün her iki tarafındaki aslan heyellerinden dolayı aslanlı
köprü de deniliyor. Köprüden yürüyerek Buda trafındaki Kale tepesine doğru geçtik.
Yukarı Kale tepesine tırmanan bir finüküler yapmışlar, çıkmak isteyenler için keyifli
olabileceğini düşünüyorum.
Yavaş yavaş hava kararmaya başladığı için otele doğru
yürüyerek geri dönmeye karar verdik. Hava karardıkça Budapeşte ışıklarla
birlikte daha hoş bir havaya bürünmeye başlamıştı. Özellikle Tuna nehrinin
karşı kıyısı, Kale Tepesi seyrine doyum olmayan bir görünüme kavuşuyor.
Yolumuzun üzerinde karşımıza çıkan tur satıcısından bir
sonraki gün için HopOn-HopOff biletlerimizi aldık.
Macar yemekleri hakkında sadece bildiğimiz Gulaş’tı, onu da
Prag’da yemiş ancak pek damak tadımıza uygun bulmamıştık. O yüzden akşam
acıktığımız da ne yiyeceğimize karar veremeden dolanıp duruyorduk. Vaci
Utza’nın hemen başında KFC’yi görünce eşim bir an Doruk sever mi, yer mi diye
tereddüt etti. Ne yapalım diye aramızda konuşurken bizi duyan genç bir Türk
çift kendi yemeklerinden Doruk’a tattırmamız için ikram edince vatandaşlarımıza
rastlamamızdan dolayı çok sevindik. Doruk da onların ikram ettiği tavuk
parçasını ayıla bayıla yeyince biz de kendimize KFC’den tavuk parçaları aldık.
Karşılaştığımız çift Türkiye’den turla gelmişler ve neredeyse bizimle aynı zaman
ve rota üzerinde ilerliyorlarmış. Yemeklerimizi yedikten sonra onlardan
ayrıldık ve otelimize geri döndük.
Macaristan Türkler tarafından 1526 yılında Kanuni Sultan
Süleyman tarafından fethedilmiş ve yaklaşık 150 yıl Osmanlı egemenliğinde
yaşamış. O yüzden hemen her yerde Türklerin izini veya Türklere karşı
kahramanlık gösteren Macarların kahramanlıklarını simgeleyen heykelleri görmek
mümkün. Mesela turda dinlediğim bir
kahramanlık olayı şöyle: Osmanlılar şehri işgal ederken 6-7 kişi binlerce
kişilik Osmanlı ordusunun karşısına çıkmış ve büyük kahramanlık göstererek
işgale engel olmaya çalışmışlar, sonuçta başaramamışlar, ancak gösterdikleri
büyük kahramanlıktan dolayı heykelleri dikilmiş… Macaristan’ın çevresini, doğasını
ve tarihi binaları ve tarihi eserlerini gördükçe Osmanlı buraları nasıl
bırakmış ya da bırakabilmiş diyorsunuz. Bu arada ortada bir başka gerçek var ki
o da, Avrupa’nın diğer şehirlerine baktığınız da Osmanlı’nın fethettiği ve
egemenliğinde yaşamış olan ülkeler diğerlerine göre daha az gelişmişler. Neden
acaba?
Sabah uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Hop On Hop Off tur
otobüsünün geçtiği durağa gittik. Turumuzdaki ilk durak Hösök Tere idi (
Kahramanlar Meydanı ). Bu meydan Macaristan’ın kuruluşunun 1000. yılı anısına
inşaa edilmiş. 896 yılında Macarların ataları Kral Arpat önderliğinde
Urallardan göç edip buralara gelmişler. Ortadaki sütunun üzerinde Macar tacını
tutan Cebrail’in heykeli var. Sütunun altındaki 7 atlı heykel ise ülkeyi kuran
7 macar boyunu temsil ediyor. Arka taraftaki yarım daire şeklindeki anıtların
altında ise düşmanlara karşı kahramanlık göstermiş olan macar krallarının
heykelleri yer alıyor. Herbir heykelin altında ise bu kahramanlıklara ait kabartmalar
yer alıyor. Meydanın orta yerinde ise yine Sovyet işgalinde ölen binlerce
insanı temsilen sembolik bir de mezar bulunuyor.
Meydanın sağında ve solunda karşılıklı olarak birbirine
bakan Güzel Sanatlar müzesi ve Sanat Sarayı ise vakti olanlar için
gezilebilecek yerler arasında diye düşünüyorum.
Meydanı gezdikten sonra hemen arka tarafında bulunan
Varosliget diye bilinen şehir parkına yöneldik. Burada Vajdahunyad Şatosu , göl,
hayvanat bahçesi, lunapark, birkaç müze
ve hamam bulunuyor. Kışın gelenler için gölde buz pateni de yapılabiliyormuş.
Parktaki en ilginç yapılardan biri de Mezogazdasagi ( Tarım ) müzesi. Girişi
bir şatoyu andırıyor, eski ve tarihi bir bina. (Tarım müzesinden sonra vaktiniz
varsa yine parkın içerisinde yer alan hamama da gitmenizi öneriyorum. Ne yazık
ki bizim o kadar vaktimiz yoktu ) Park bayağı geniş ve içerisinde keşfedecek
çok yer olduğunu düşünüyorum.
Parkın içerisinde bir süre dolandıktan sonraki hedefimiz
Kale tepesi idi, tur otobüsü ile Kale tepesine doğru şehrin caddelerinden, New
York Cafe’nin yanından ( dünyanın en şık kafelerinden biri olan New York
Cafe’de mola verilip özellikle ziyaret edilmesini tavsiye ediyorum ) ve tamamlandığında
dünyanın en uzun asma köprülerinden biri Erzebet köprüsünden geçiyoruz.
Uzunluğu 290 mt olan köprü 2.dünya savaşında yıkılmış ve 1964 yılında tekrar inşa
edilmiş. Işıklandırması japonlar tarafından yapılmış olan köprüyü özellikle
akşam görmenizi tavsiye ediyorum. Köprüden geçtikten sonra Kale tepesine
ulaştık.. Ancak öğlen olmuş ve acıkmıştık. Kalede indiğimizde meydandaki parkın
hemen yanıbaşında Vár Bistro adlı self servis bir restoran gördük. Gerçekten
orijinal bir restoran olduğunu söyleyebilirim, fiyatları da idare eder.
Kale çevresinde görülecek yerler olarak Kraliyet Sarayı, Mátyás
Kilisesi ve Balıkçılar Tabyası sayılabilir. Kraliyet Sarayı ilk olarak 1255
yılında kale olarak inşa edilmiş, 1458 yılında Kral I. Matyas tarafından
yenilenmiş. 1686 yılındaki işgal sırasında büyük hasar görmüş ve restore
edilmiş, 2.dünya savaşında yine büyük zarar görmüş, sonrasında ise yeniden
yapılarak bugünkü haline almış. Şu an saraydan ziyade Macar Ulusal
Galerisi’nin, Budapeşte Tarihi Müzesi’nin, Széchényi Ulusal Kütüphanesi’nin ve
Çağdaş Sanatlar Koleksiyonu (Ludwig Koleksiyonu)’nun yer aldığı bir kompleks
halini almış.
Mátyás Kilisesi, Kraliyet sarayının kuzeyinde kalıyor.
13.yy’da inşaa edilmeye başlanmış ve adını ise , 15. yüzyılda bu kilisede iki
kez evlenen ve kilisenin genişletilmesine katkıda bulunan Kral Mátyás
Corvinus’tan almış. Osmanlılar 1541 yılında şehri ele geçirince kiliseyi camiye dönüştürmüşler ve içerisindeki
heykellere, sunaklara ve duvarlarına büyük ölçüde zarar vermişler. 1686 yılında
tekrar Macarların eline geçmiş. Özellikle kilisenin kulesi görülmeye değer.
Balıkçılar Tabyası ise ortaçağdan kalma bir balık pazarı olarak yapılmış,
inşası 1902 yılında bitirilmiş. Tabyadaki 7 kule 7 Macar boyunu temsil ediyor.
Kilise ile arasında Hıristiyanlığın Macaristan’ın resmi dini olarak
benimsenmesini sağlayan Aziz İstvan’ın, at üzerinde bir heykeli var. Ayrıca 18.yüzyılda
veba salgınından kurtulmanın anısına da bir heykel dikilmiş.
1 haftalık seyahat ve 3 şehrin ardından bir yandan sıcak ve
bir yandan da yorgunluktan dolayı artık adım atacak halimiz kalmamıştı. Öğleden
sonrası için Hop On-Hop Off turuna kaldığımız yerden devam etmeye karar aldık,
ancak artık otobüsten inmeyecektik.
Turumuzun sonraki durağı Gellért Tepesi’ydi. Hikayeye göre Macar kralı Saint Stephen 1000
yılında bir misyoner olan St. Gellért’i
Macaristan’a davet eder. Gellért krala, Macarların Hıristiyanlığı kabul
ettiğine dair bir kağıt imzalatır ve Macarlar istemeden, Hıristiyanlığı seçmiş
olurlar. Ancak buna kızan paganlar Gellért’i bir fıçının içerisine koyarak
tepeden aşağıya yuvarlayarak öldürürler ve bu olaydan sonra tepenin adı Gellért
tepesi olur.
Tepenin zirvesinde, Budapeşte'nin 1945'te Rus ordusu
tarafından kurtarılışının anısına dikilmiş, Tuna boyunca hemen her yerden
görülen, şehri ayaklar altında bırakan Özgürlük Anıtı var. Bu heykel
kominizmden önce yapılmış, yapıldıktan sonra ise bir depoda kaderine terk
edilmiş. Rus işgali ve kominizm
zamanında bulunup bugünkü yerine yerleştirilmiş.
Budapeşte’nin ünlü olduğu konularından bir tanesi de hamam
ve kaplıcaları. İşte bunların en ünlülerinden biri de Gellert Oteli. Vakti bol olanlar için mutlaka bu
kaplıcalardan veya hamamlardan birine uğramalarını tavsiye ediyorum.
Tur güzergahı üzerindeki duraklardan bir de adını eski bir
Macar savaşçısından alan György Dózsa durağı. György Dózsa 1470-1514 yılları
arasında yaşamış, toprak sahibi Macar asillere karşı köylü ayaklanmasını
yönetmiştir. İsyanın sonunda yakalanmış, işkence görmüş ve dava arkadaşlarıyla
beraber idam edilmiştir, hem Hıristiyan bir şehit hem de tehlikeli bir kanunsuz
olarak bilinir. İsyan sonrasında her nekadar bir süre başarılı olsa da ağır
silahlı asil süvarilere yenilmiştir. Kral olma hevesi yüzünden ceza olarak kızgın
demirden bir tahta oturtulmuş ve başına da yine kızgın demirden bir taç geçirilmiştir.
Ölmekte olan Dozsa ise özellikle aç bırakılan köylülerin önüne atılmış veonlar
tarafından yenilerek öldürülmüştür. ( Bu
arada Kazıklı voyvoda’nın da ruhunu şad etmeden geçemeyeceğimJ, Macarlar galiba aynı
zamanda ilginç işkence yönleri ile de ünlüler )
Turumuza devam ettiğimizde bir sonraki durağımız Batthyany
idi. Batthyany metro istasyonunun karşı tarafında 24 saat açık ünlü bir krep
dükkanı var. Acıkanlar mutlaka ziyaret etmeli.
Batthany’den devam ettiğimizde Tuna nehrinin Peşte kısmında
muhteşem mimarisi ile Parlemento binası dikkat çekiyordu. Macar krallığı, 1867
yılında, Avusturya Habsburg İmparatorluğunun bir parçası olmasına rağmen özgür
bir eyalet olarak tanınmış ve 1880 yılında, Budapeşte’de, parlamento binası
yapılması için izin alınmış. 1884 yılında, yapımına başlanan bina 1902 yılında
bitirilmiş. Tuna nehri kıyısında bulunan bina hem büyüklüğü hem de
görkemiyle 19.yüzyılda, dünyadaki en iyi
parlamento binalarından biri. Yapımı sırasında süslemeler için 40 kg altın
kullanıldığı söyleniyormuş. Parlemento binası, parlemento çalışmaları
olmadığında gezilebiliyor ancak bizim orada olduğumuz esnada binada restorasyon
çalışmaları olduğundan dolayı ziyarete kapalıydı.
Turumuza Tuna nehri kıyısından devam ediyorduk. Saat 6’yı
bulmuştu ki Budapeşte ziyaretim sırasında gezemediğime en fazla pişman olduğum
yerlerden biri olan Market Hall (Nagy Vasarcsarnok) durağında indik. (Vaci
Utza’ya da çok yakın üstelik ) Akşam 6’ya kadar açık olduğu için görevli bizi
içeri almadı. Binanın kapısından gördüğüm kadarıyla içerisi 2 katlı. Alt katı
bildiğimiz meyve-sebze ve her türlü yiyeceğin satıldığı bir pazar, ayrıca yemek
yemek için büfeler de mevcut, metal konstrüksiyondan yapılma üst katta ise
hediyelik eşya dükkanları var.
İndiğimiz yer otelimize de yakın olduğundan dolayı yürüyerek
otele dönüp biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için çıkmaya karar verdik.
Otele dönüş yolunda yol üzerinde Pampas Argentina Steakhouse adlı oldukça şık
bir restoran görünce akşam yemeğimizi yemeyi kararlaştırdık. Budapeşte’de sadece
2 gece kaldığımızdan dolayı yeme – içme konusunda çok fazla bir deneyimimiz
olmadı diyebilirim, ancak ilk gün öğlen yemek yediğimiz italyan restoranı ve
ikinci akşam ki Steakhouse oldukça kaliteli yerlerdi. Fiyatlarının biraz pahalı
olduğunu söyleyebilirim ancak yemek ve hizmetleri görünce ödediğimiz fiyatlara değdiğini
söyleyebilirim.
Yemekten sonra Tuna nehri kıyısına gidip muhteşem
ışıklandırılmış kıyıda bir süre dolaştıktan sonra 1 haftanın vermiş olduğu
yorgunlukla otelimize dönüp ertesi gün ki yol için hazırlıklarımıza başladık. 7
gün 3 ülke 3 şehir maceramız bu şekilde sona eriyordu.
Ertesi gün uyandıktan sonra otelimizde kahvaltımızı yaptıktan
sonra Viyana’ya dönmek için otobüs garajına doğru yola koyulduk. Otobüsümüz
saat 11:30’da kalkacak 14:10’da Viyana havaalanına bizi bırakacaktık. Diğer tüm
yolculuklarımızda olduğu gibi Eurolines dediği saatte kalktı ve havaalanına
bizi bıraktı.
Bu seyahatlerden sonra şunu söyleyebilirim ki bu 3 şehir
için 1 hafta kesinlikle az. Hakkını vererek gezmek ve dolaşmak istiyorsanız
Viyana için 4-5 gün – Prag için 3-4 gün Budapeşte için 4-5 gün ayırmakta fayda
var diye düşünüyorum.
visited 25 states (11.1%)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.